Cuma, Ocak 29, 2010

hoşçakal ustam

2 gün olmuş anca haberini alabildi dünya.. gariptir sezdirmeden yaşadı, sezdirmeden öldü benim neredeyse tüm uslubumu öykündüğüm adam.. 20. yüzyılı belki şekillendiren adamlardan birisi 91 yaşında bıraktı bu dünyayı. öteki tarafa bizden evvel gidip, gördüklerini anlatabilmek için belki de..

"tüm bildiğim, size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. eğer birisine bir şeyleri anlatırsanız onu özlersiniz" demişti yıllar evvel holden caulfield.. ve dinledim mi ben? hayır.. tıpkı holden'ın kendi sözünü dinlemediği gibi, ben dedim ki tıpkı salinger gibi "anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, heralde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o david copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz ama ben anlatmak istemiyorum"

tekrar hoşçakal büyük adam, ustam..

mim

Karamel diye bir kız var bu blog dünyasında.. ben pek takip etmiyorum aslında insanları eşeklik yapıp kabul ediyorum ama iyi bir kız gibi geliyor her ne kadar biraz alıngan olsa da.. beni mimlemiş.. hayatımda ilk kez bir mim'e özel başlık açarak o mim'i doldurmak istedim, çünkü resmen beni rahatsız etti.. kırmızı ışıkta arabada beklerken falan aklıma geldi.. evden çıkmadan düzeltilmeyen yatak sendromu gibi bir şey oldu.. o yatağı düzeltip çıkmazsanız sizi tüm gün boyunca rahatsız eder işte.. alenen bir lanet. artık hangi yorgancı böyle bir kaya büyü yaptıysa bilmiyorum..

her neyse bir kaç soru var. benden lütfen başka blogları mimlememi beklemesin. bi kaç blog haricinde blog takip etmiyorum çünkü ve onlar da böyle şeyleri takacak insanlar değiller.. her neyse sorulara geçeyim:

1) Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

İyi olur diye düşünüyorum çünkü ikili ilişkilerde dokunmak çok önemlidir. o sana dokunacak ben ona dokunacağım ki ikili ilişkimiz ilerlesin. ha tabi iki tarafın da hassasiyetini bilmek çok önemli bu noktada. mesela şahsen ben vucudumdaki 4 bölgeye dokunulmasından haz etmem. ama karşımdaki dokunulmazsa "nasıl olsa bana dokunmayacak, o zaman ben bunların her yerine dokunayım" derse olmaz. hoş bu dokundurmama hadisesini de tam anlamış değilim. "ben ileri geri konuşurum onlar da bana dokanır" diye konmuşsa saçma.. sonuçta kimse dokunulmaz olduğunda "aman ben dokunulmazım istediğimi söylerim" diye davranmıyor. bilakis dokunulabilenler söylüyor "vay efendim kilo almissin" falan diyor.. boktanlık burada. dokunulmaması gerekenlere dokunulurken, dokunmak için hiç bir nedenimiz olmayanlara dokunuluyor. onlar da bu dokunulmazlıklarını, gerekli olduğu yerde değil de başka yerlerde kullanıyorlar.. (hell yeah!)

2) Seçim barajı kaldırılsın mı? Neden?

ben kaldırılması taraftarı değilim. barajlar yararlı şeylerdir çünkü. bugun bi hidroelektrik barajı neyse seçim barajı da odur. ama şöyle olabilir, mesela bizim reel yaşamda da baraja dolmayan sularımız oluyor. ama o sulari "aman kamyonlara dolduralim da bizim barajımıza atalim" demiyoruz değil mi? onlar da kendilerine göre göletler, gölcükler oluşturuyorlar ve öyle kaliyorlar.. baraja dolanlar yine dolsun, ama yüzde 37 si ile baraja dolanlar, barajda birden 55 civarında bulmasınlar kendilerini.. eğer baraj olmazsa çünkü minik minik akıntılarımız olur ve hiç bir zaman mevcut anayasamız ile yıkamayız bentleri. oysa ki bentleri yikmak, enginlere sigmayip taşmak gerek. 150 tane kücük deremiz olursa, bir arada akmayı beceremezlerse hiç olmaz bu iş..

3)Adayların belirlenmesinde nasıl bir yöntem uygulansın?

bilek güreşi.. ve bu konuda çok ciddiyim.. ama yarısı da kadın olmalı. kadınlar da kendi aralarında araba park etme yarışması düzenleyebilirler.. ya da bilmiyorum, alışveriş yapma yarışması mesela. kendilerini nerede daha iyi hissediyorlarsa.. ya da tüm bu bilek güreşi muhabbetini boş verebiliriz ve şuna yöneliriz. her muhtar bir tane soru hazirlar tamam mı? mahallesiyle ilgili bir soru. sonrasında o il seçim kuruluna gider onlar 180 tane soru belirlerler.. sonra adaylar bu sınava girerler. en çok doğru cevaplayandan en az cevaplayana doğru parti adaylari siralamasi olur.. şehrinin sorunlarını bilmeyen milletvekili olmasın!

4) Yargı bağımsızlığı sizin için ne anlam taşıyor?

mesela ben bugun karpuz aldım diyelim. o karpuzu eve getirirken eğer hiç kimse bana "ooo karpuz gibiymişsin","karpuzu kimle yicen kardeeeş","karpuzu öyle taşıma gel ben taşıyayım karpuzunu" demesse ben özgür bir şekilde, rahat rahat karpuzumu taşırım.. yargının bagımsızlığı da karpuz taşımak gibidir.

5) (Beşinci soruyu siz belirlemek durumunda olsaydınız neyi öğrenmek isterdiniz?)
Türkiye'nin cinsellik sorunu ne zaman çözülür? cevabımı da vereyim: erotik shoplar düz ayak olduğunda.. adam tecavüz etmez gider sisme bebek alir mesela. ama şimdi 3. katta falan erotik shop, çıkana kadar vazgeçiyor sonra gidiyor düz ayakta birine tecavüz ediyor.. kadınlarin hepsi 3. katta yaşasa kadinlara da tecavüz edilmez ki zaten..

Looking for Eric: martılar tekneleri takip ederler, çünkü balık atılacağını bilirler


Futbolu galip geldiğimiz için sevmeyiz. Bilakis kağıt üzerinde galip olduğumuz hiç bir maç bize mutluluk vermez.. Biz futbolu bir martı'nın vapur'un peşinden gitmesi gibi severiz.. oradan birileri bize gevrek atma ihtimalini düşünerek. Belki bir pas çıkartır hagi, nihat aşırtır kalecinin üzerinden, semih susturur son dakikada binleri, hakan şükür uzak köşeye bırakır, kewell ayağının üstüyle yapıştırır topu kaleye ve biz hayatın tüm boktan şeyleri unutup gideriz. işte bu yüzden futbol'u belki de yarım milyar insan seviyor dünyada..

işte böyle nefesi kesilip, hayatı siktir edenlerden bir tanesinin hayatını anlatmış, ken loach "looking for eric" de.. öyle beğendim öyle sevdim ki, padişah olsam sanırım ken loach'i devlet nişanı ile ödüllendirirdim "sultan azuth nişanı" takardım boynuna.. futbol sevmeyen birisi için bir şey ifade edebilir mi film emin değilim. belki benim eğlendiğim kadar eğlenmez, belki tahmin etmez gerçek futbol görüntülerinin neler olabileceğini ama yine de sever sanırım. başroldeki yaşlı eric'in kaybedişini, arkadaşlığı görüp eğlenebilir.. adam bilmem kaçıncı karısından kalan üvey evlatları ile birlikte yaşıyor.. o kadar dibe vurmuş ki filmi intihar sahnesiyle açıyorsunuz.. sonrası ise aleni komik bir macera.. ama işte şahsen benim filmin çoğu yerinde evimdeymiş gibi hissetmem, eric'in duvardaki eric cantona posteri ile kadir inanır'ın komser şekspirde atatürk'le konuşması gibi konuştuğu sahneler sayesinde oldu..



ken loach bize eski haltlari geri vermiş anlatabiliyor muyum? futbol oynayanları ilah gibi gördüğümüz zamanları, arkadaşların yardıma koştuğu anları, başımızın cidden boka bulandığı zamanları geri vermiş kamerasıyla.. ama demiş ki bir yandan "bak cantona da sonuçta senden farklı düşünen bir insan değil. ok senin dertlerin ayrı, onun dertleri ayrı.. mesela onun çözmesi gereken şey kime pas vereceği oldu zamanında, ama senin de sorunun aynı değil mi? sen topla değil de başka şeyle vereceksin belki pasını ama pası attığın adama ikiniz de güvenmelisiniz yoksa bu iş olmaz"

velhasıl ben çok sevdim. gönlümün altın palmiye'sini verdim dünyamın en güzel 2. yönetmeni ken loach'a.. ha sokakta görsem tanımam, selam vermem orası ayrı.. ha bir de futbol üzerine kendi düşüncelerini konuşturtmuş bir sahnede oyunculara.. endustriyel futbol, futbolu gerçekten seven bir grup insanı nasıl tribunlerin dışına itiyor onu söylemiş. eh haklı da herkesin takımını tribunde izleme şansına sahip olması gerek.. tek maça 50 lira veremeyen insanlar varken bu çok zor..

Pazar, Ocak 24, 2010

Sherlock Holmes: Guy Ritchie'nin Scooby Doo filmi

http://screenrant.com/wp-content/uploads/sherlock-holmes-poster-holmes.jpg
(herif düpedüz yakışıklı.. kız olsam verirdim diyeceğim 2. isim.. ewan mcgregor'u geçemez!)

Kendi kişisel tarihimde Sherlock Holmes'un acaip garip bir yeri var. bundan 15 sene önce ingilizceyi yeni yeni öğrenirken, herkes dönem ortasında bir kitap okuması ve onu özetlemesi için ingilizce öğretmeni tarafından evlerine salınmıştı, tam bu sıralarda, bir sömestr gününde.. avradını sevdiğimin babam da millet stage 1 kitaplarla uğraşırken, bizim oğlan sever diye gidip "stage 5" bir sherlock holmes kitabı almıştı.. bu stage dedikleri naneler kitapların zorlukları.. stage 1 dediğinin toplamında 100 farklı kelime var. adamlar 100 kelime ile dünyaları anlatırken, stage 5 da hadise 5000 kelimeye çıkıyor.. iş öyle olunca benim için "stage 5" in türkçe birebir tercümesi "yarağı yedin" gibi bir şey olmuştu..

tüm kitabı elimde sözlük, her cümlenin kenarına türkçesi "fırıncı sokağı" gibi yazarken tüm bir sometrda günde 6 saat kitap okumuş, ama sherlock holmes'un garip dünyasına adım atmıştım.. tarihin en çatlak kahramanıydı benim için sherlock.. kitap boyunca yaptığı herşey ama her şey saçma gelmişti.. yani bir insan neden taşı yalardı mesela? niye öyle dururdu? niye böyle kaçardı? orada çözülmesi gereken bir sorun varken sherlock saçma sapan davranıyordu.. hoş watson'ın ağzından anlatılıyordu öykü ve watson hayatımda tanıdığım ilk elitist olarak sherlock'u aşağılamakla takdir etmek arasında bir yerdeydi. en sonunda watson'ı karşısına oturtmuş "bak beyim" diyip her şeyi anlatmıştı sherlock.. ben hala "lake ne mina koyiim?" diye sözlüğe bakarken tüm yaptığı manyaklıkları nasıl saçma sapan temeller üzerine dayandırdığını görmüş watson'dan daha fazla şaşırmıştım..

http://img.sinemalar.com/images/ss_buyuk/20984/Sherlock-Holmes-8.jpg
(çay varsa içeriz dimi watson?)

bu guy ritchie'nin hollywood filminin tüm artılarına, tüm o superkahraman sekanslarına, eğlenceli ve hatta nispeten güzel bir film olmasına rağmen hoşuma gitmemesinin nedeni bu.. yani sherlock holmes adını kullanmaya da bilirdin.. mesela house m.d., 6 sezondur neredeyse birebir şerlokholmsculuk oynamasına rağmen bir kez sherlock ismi geçmemişken dizide, senin yaptığın film, sanayi devrimi ingilteresinde geçiyor diye, bir scooby doo gizemi çözülüyor diye sherlock holmes'a sığınması gerekmezdi ki? sen seyirciye düşünme fırsatı tanımıyor, kendi kendine cinayetlerin nasıl işlendiği analizini yaptırtmıyorsan, sıradan insan ile sherlock'un farkını ortaya koyamıyorsan bence yaptığın şey bir sherlock canon'u değildir işte. çünkü bizim dedektifimizi dedektif yapan şapkası ve büyüteci değil, okuyucuyla arasında olan acaip bakış farkıdır.. nihayetinde ben çözüm izlemek istesem, bir kelime bir işlemi izlerdim.. ama ben sherlock'u çözüme aşağıdaki gibi ulaştığı için seviyordum:



bir de watson'ın çok arka plana atıldığını düşünüyorum.. house'daki wilson'a benzemiş resmen.. oysa ki sherlock'un olayı çözmekteki ortağı olmuştur hep. kitap okuyucusunun görüşlerini sergiler watson, kamu oyu görüşünün ete kemiğe bürünmüş halidir işte.. ama filmde bu tadı alamadım ben. sağlık olsun..

bir de allaşkına, bir tane kötü adam dünyayı ele geçirmek istemesin be arkadaş.. nasıl bir kolaya kaçış bu. dünyayı ele geçirmek midir kötü adam olmak için ön koşul? bana kötü adammış gibi gelmedi o yüzden lord blackwood. sıradan insan için bir değişim yok. o, bu yöneteceğine blackwood yöneticek yani? ee? bana ne ulen? kim yönetirse yönetsin biz fukarayız neticede.. keşke blackwood'u daha korkunç, daha "aman sherlock çöz de gel kurbanın olsam yoksa anamız ağlar" denilebilecek bir insan yapsalarmış.. filmin sonunda sherlock olayı çözdüğünde, (aa spoiler mi oldu? sherlock'un olayı çözmeyeceğini mi ummuştunuz acaba? ) beter ol pezevenk diyemiyorsun işte.. içimden gelmedi benim. hatta üzüldüm de.. yani bi de blackwood yonetseydi bi görseydik? chp'yi denemek gibi bir şey aslında bu. bi de chp yönetsin ya ülkeyi?
http://www.jupiterbroadcasting.com/images/radiorevolver/sherlock.jpg
(napiyorsun bilader sen? sutunu büyüteçle incelemek nedir?)

hülasa, sherlock kısmını bir kenara bırakırsak güzel bir film. tüm 21. yuzyıl modasına uygun. yeterince kanlı, yeterince hareketli, vurdulu kırdılı, tipik guy ritchie kivaminda insanı düşünmekten alıkoyan, devamlı yeni şeyler sunan bir film. aradaki sherlock göndermeleri, mesela ev sahibesi, profesor moriarty, sherlock'un müthiş kiyafet değiştirme maharetini görmek güzel.. hoş sherlock'un şapkası yok ama olsun.. son olarak, benim kendi kişisel azuth movie database'imde bu filmin puani 6.4'tür.. dahası değil..

Salı, Ocak 19, 2010

hrant için...

dağların rüzgarına öleyim yarimin boyuna öleyim bir yıldır ki görmemişim görenin gözüne öleyim durmuşum gelemiyorum dolmuşum ağlayamıyorum bir yıldır ki görmemişim görenin gözüne öleyim....

Pazar, Ocak 10, 2010

yenilme geleneği


15 keredir deniyorum yazıya doğru düzgün bir girişle başlayamadım. önce futboldan gireyim dedim, "abi salaklaşma karı kız okuyor blogu, "sonra futboldan girmiş iyyy" derler uzaklasirlar" diyerek bu fikirden vazgeçtim. sonra dedim madem karı kız için şey ediyoruz, kökleyelim sonuna kadar oscar wilde alıntısı ile devam edelim, onda da baktım ki heves yok blogu karı kız için de yazmıyorum sonuçta, böyle eksperimental girmeye karar verdim..

ben bugun size hafta içinde yaşadığım alacakaranlık kuşağından bahsedeceğim.. şimdi baş bölümü biraz sıkıcı. hayatimda ilk kez bir canlının (bitki hariç bak yalan olmasın) canını istemeden aldım.. bu konu hala içimde ukte. en kısa zamanda bir kedi alıp yerine koyacağım.. birden önüme atladı ve durmama imkan yoktu, durup yerden alıp hastaneye götürmeme de imkan yoktu çünkü acaip işlek bir yoldu.. her neyse bir arkadaşın doğum günü partisine gideceğim.. arkadaş dediğim 30 yaşında, izmir'in acaip seçkinlerinin ortasında bir arkadaş..

liman tarafında bir diskoyu kapatmış bunlar orada eğlenecekler.. benim disko ile olan tek bağım emrah filmleri.. ortamda seren serengil ariyorum. bir dallamalık olursa hemen motorsikletli adamlara saracağım sınıfsal ayrımdan girip "ama bizde yürek var" diye çıkacağım.. mekan kapatılınca sandığım gibi çıkmadı tabi durum..


http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/192798.jpg
içerde 30 yaş üstü insanlar "salla ardına bakma ay ay ay" şarkıları ile "inna - hot" melodileri ile gobekler atarken arkadaş gelip "istediğini iç bu gece bizdensiniz" dedi.. allah bir daha bana aynı piskolojiyi yaşatmasın.. na buraya yaziyorum.. ben ki tüm hayatım boyunca kısıtlar arasında yaşayan bir insan oldum, küçükken "gofret al kendine, başka bir şey alma bak kafani kirarim"lar ile büyüyüp, büyüyünce "biz de isterdik karanfil almayi sevgilimize, ama açtık, karanfil alamadık, parayı yedik" kıvamında ploreter takilan bana, uur efendi'ye en söylenmeyecek, en afallatıcı şey bu "istediğini iç" demek.. ben ki subway'de sandviç yerken "hepsinden koy" diyip paramı çarçur etmemeye çalışan bir adamım, burada da allah biliyor "hepsinden koy" diyesim geldi.. ama işte ötesi yok. beyin "hepsinden koy" demeyi akıl ediyor, ama onun mantiksiz olduğunu düşünüp ikinci fikri verirken fukaralık dönemine gidiyor..

"ben votka limon içeyim"

olm orada bin ton şey var, malibu var ne bileyim, mojito, martini ,bloody mary, white russian falan var ama sen

"ben votka limon alayim"

adam orada "yanına da az leblebi getirem mi?" dese sakin sakin "olur çok güzel olur" diyeceğim.. hazırım..


http://goaltr.files.wordpress.com/2008/11/trabzon2008_2009.jpg
utaniyorum senden uur.. aleni olarak trabzonspor vari "yenilme geleneği" oturtmuşum bünyeye.. kadro ne kadar güclü olursa olsun, yine de yenmeyi beceremiyoruz.. hoş gecenin sonunda çok krallıklar yaptım, "olm bu kız seni istiyor olabilir ama şimdi sarhoş olduğundan, ve sen ortamdaki en yakisikli en azından en saçlı adam olduğundan seni istiyor yoksa seni istediğinden değil, kim olsa verecek ona" diye düşünüp savuşturdum bir iki hatunu.. ego menşeyliyim ben arkadaş, ne yapabilirim ki? megan fox gelip bana verse ama benim ben olduğum için değil de mesela beni "jude law" sanıp verse ondan da zevk almam. na buraya yaziyorum. yemin olsun..

Perşembe, Ocak 07, 2010

hoşçakal küçük kuş

bloga son zamanlarda genelde birileri öldüğünde yazdığımın farkındayım. ama anlayın yahu, içimdeki kederi ancak yazarak atabilen bi adam haline döndüm ben. mutluluğu bir şekilde atiyorsun, zira o çok da kalıcı bir şey değil ama mutsuzluk toksik bir atık gibi. bir şekilde nötralize etmezsen seni içten içe yakiyor..

lhasa benim kişisel tarihimde apayrı yeri olan bir insan. kendisi hakkında zerre bir şey bilmiyordum şu güne kadar.. hatta şu resimden önce neye benzediğini bile bilmiyordum. ama sesi, ama şarkıları...

ne çok anım var benim lhasa ile.. mesela gece yolculukları, mesela içtiğim ilk sigara ankara yolunda, dünyanın en yalnız dinlenme tesisi "kolaylı"da..mesela bir aşti sabahında, mesela yağmurlu bir izmir gecesinde, konağın orta yerinde bir bankta aniden umarsızca "abi almaz mısın" diyen bir kızın sesi diğer kulaktayken.. lhasa'nın sesi eve gelen lahmacun'un yanındaki biber turşusu oldu hep benim için.. hani şu acı olduğunu bilerek yediğiniz, sizi mahveden ama bir sonraki sefer yeniden yemek istediğiniz o küçük yeşil şeyler gibiydi lhasa hep.. geldiği kavanozu zerre merak etmeden.. yetiyordu o minik biber çünkü tüm hayatıma biraz renk katmaya..

1 ocakta kanserden ölmüş lhasa. bir arkadaşa şarkısını gönderirken ben, öldüğünü bilmeden, farkediverdim.. cep telefonlarını daha küçük ve dokunmatik yapan ilim, kansere çare bulamıyor neredeyse yüz yıldır..



Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümlerine ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. Olmamalı oysa. Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: "Selam yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım."
Bir çiçeğin büyümesi bizi ne kadar kederlendiriyorsa, ölüm de o kadar kederlendirmeli. Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da ya-şanamayan hayatlardır. İnsanlar hayatlarına saygı duymuyorlar... -Charles Bukowski-

Cumartesi, Ocak 02, 2010

Haftanın Şarkısı #bilmem kaç - ordinary world


(açeydim kollarımı, getme deyeydim.. benim yüz-üm-deeen!!!)


bir kaç gündür buraya bir şeyler yazmaya çalışıyorum. beceremedim. uzun uzun yazmak isterken yapamadim.. istedim ki 2009'da neler yaptığımı yazayım, 2010 da ne tür projelerim olduğuna değineyim ama olmadi. bir kenara kaydettim duruyor işte.. yazarım sanırım yarın veya pazar..

yazarken farkettim ki ben, tüm o özlemekten korkma hadisesi tamamen "ilerleyen günlerin geçilen günlerden daha kötü olması" durumunun neticesiymiş.. mesela önümüzdeki pazartesi bir önceki pazartesiden bir şekilde kötü olursa ben önceki pazartesiyi özlüyorum ve dolayısıyla mutsuz oluyorum..

şimdi evde yalnızken, televizyonda nat geo'da kuzeyin titanları diye zerre derdim olmayan (güneyin, veyahut egenin hatta direk ödemişin titanları olsa bile umrum değil) bir şeyleri izlerken bu tek çocuk olup ailemi kaybedip yalnız kalma korkumunda bir holden caulfield serzenişi değil, onların yerine kimseyi koyamacak olmamın korkusu olduğunu keşfettim. insanların aile kurmasının nedeni de bu sanırım.. kaç yaşına gelirse gelsin geceleyin üstünü örtecek annesi bir gün ansızın giderse ve yıl başlarını "onsuz geçirdiğim x. yıl" diye anmaya başlarsa diye, bu kez ben birisinin üstünü örteyim anam gibi desinler diye insanlar aile kuruyor bence.. bir şekilde bilinç altının getirisidir, acıya katlanma, özlemi giderme hadisesidir belki bu evrimin bize verdiği.. bu babam ve oğlumdaki geyik gibi (geyik kelimesini şu an tvden duydum) "açeydim kollarimi getme deyeydim" deki hadise de o.. kaybetmekten korkmanın nedeni de o, yerine bir şey koyamamak.. örnekleri daha arttırabilirim, mesela cep telefonunu kaybettiniz yerine alacak paraniz yok cok üzülürs........ her neyse..


velhasıl kelam en azından benim elimde olan işleri halledebilirim özleme konusunda. mesela bu blogu tekrar canlandırmak istiyorum. her seferinde öyle uzun yazılarla da değil, minik minik feedlerle.. zaten bu twitter, friendfeed'in micro bloggin işi sayesinde soğudum bloggerdan, soğumayayım. yazayım boyna.. bundan sonra burada komikli resimler, özlü sözler, şiirler falan bulacaksınız yoldaşlar.. kendinizi hazırlayın (kim okuyosa artık bunları)

ölen bir geyiğin vucudunda 10 binden fazla kenenin olabileceğini, ve tüm bu geçmişle ilgili dram muhabbetinin arkasına duran duran'dan "ordinary world"'un koyulabileceğini biliyor muydunuz? keyifle dinleyip özleyin..